Fadime Yaren Durmuş

Bilgisayar Mühendisliği öğrencisi

Duyurular

İyileşmenin Yolu

01 Ocak 2025

İçindekini dışarıya çıkarırsan eğer, içinde olan kurtuluşun olur. İçindekini dışarıya çıkarmadığında ise, içinde olan tüketecektir seni.

Hepimiz bizi derinden etkileyen olaylara maruz kalabiliyoruz, bunlarla baş edemeyebiliyoruz. Aslına bakarsak travma geçirmeyen insan yoktur. Travma kelimesi bize daha çok büyük olayları; savaş, taciz, şiddet ve kaza gibi olayları hatırlatıyor ancak bu konu sadece bu kapsamlarca sınırlandırılabilecek bir konu değil.

Sanılanın aksine her zaman gördüğümüz, yaygın olarak kabul edilen olaylar da insanları travmatize edebiliyor. Ayrıca olayların insanları etkileme derecesi kişiden kişiye değişmektedir. Bazı insanlar stres yaratan olaylara karşı bazılarına göre daha dayanıklı olurlar ve kişilerin yaşları ve gelişim düzeyleri de çok önemlidir. Örneğin soğuk bir odada yalnız başına bir bebek bekletilirse bu durum bebek için tümüyle boğucu olabilirken, küçük bir çocuk için ürkütücü, on yaşlarında bir çocuk için sıkıntı verici, bir ergen ya da yetişkin için orta derecede sıkıntı verici bir durum olabilir. Bu konuda, özellikle çocukların yetişkinlere kıyasla dış etkenlere karşı ne kadar savunmasız olduğunun farkında olmak bizi neden çocuklar daha savunmasızdır sorusunu sormaya yönlendirebilir. Bunun birçok nedeni var ve bunlardan sadece bir tanesi, çocukların kendilerine yapılan yanlışların yanlış olduğunu bilmemesinden kaynaklanıyor.

Kendine yapılanların yanlış olduğunu anlayamamak çocuklarda olabildiği gibi yetişkinlerde de ortaya çıkabilen bir durumdur. Özellikle insan ilişkilerinde duygu karmaşası yaşanıyorsa bu konuda bir adım geriye çekilmekte fayda vardır. Duygu karmaşası ilişkilerimizde bizleri hem iyi hem kötü etkileyen durumların bir arada olduğunun göstergesi olabilir. Normal şartlarda ilişkilerimizdeki iyilik ve kötülük birbirine karışık halde bulunmaz ve ayırt edilebilir olmalıdır ancak bu olmadığı zamanlarda farkında olmadan istismara açık halde bulunuyor olabiliriz. Örnek olarak bir arkadaşın gülerek ya da şaka ile karışık aşağılayıcı bir ifadede bulunması söylenebilir. Ne var ki size olan birçok iyi davranışların aralarına size kendinizi kötü hissettiren ifadelerin ya da davranışların sıkıştırılması kabul edilebilir bir durum değildir hatta bu direkt manipülatif bir davranıştır diyebiliriz. Her davranış ayrı ayrı değerlendirilmeli her hatanın telafisinin olması gereklidir ve bir şekilde bunu ifade ettiğinizde durum bir şekilde düzeltilmiyorsa yapmanız gereken şey mesafe koymak, uzaklaşmak olabilir. Buradaki temel mesele gerçekten zarar gördüğünüz durumlarda bunu oturup kabullenmemek ve bir şeylerin değişmesi için harekete geçmektir.

Harekete geçmeye örnek olarak gerçekten yaşanmış trajik bir olayı inceleyelim. 1976 yılının bir yaz gününde, 5 ile 15 yaş arasında değişen farklı yaşlarda 26 çocuk küçük bir Kaliforniya kasabasında okul otobüslerinden alınarak kaçırıldılar. İki karanlık kamyonete tıkıştırılan çocuklar terk edilmiş bir taş ocağına götürüldüler ve yaklaşık 30 saat süre ile yer altındaki bir mahzende hapsedildiler. Kurtarıldıklarında ise derhal hastaneye götürüldüler. Orda fiziksel yaraları tedavi edilen çocuklar üstünkörü bir psikolojik kontrolden bile geçirilmeden evlerine gönderildiler.

Olaydan iki gün sonra bir psikiyatr 26 çocuktan yalnızca birinde problem olabileceğini bildirdi. Kendisi o dönemde yaygın olan standart psikolojik yaklaşımı ortaya koymaktaydı. Yaşanan mağduriyetten 8 ay sonra ise Leno adındaki bir diğer psikiatr travmatize edilmiş çocuklar üzerinde ilk bilimsel takip çalışmalardan birini başlattı. Onun ulaştığı sonuç ise önceki raporun tam tersini gösteriyordu; çocukların biri dışında tamamı travmatize olmuştu, çoğunda gece kabus görme eğilimi meydana gelmişti. Tekrarlanan kabuslar, şiddet eğilimi ve kişisel ve sosyal ilişkilerde normal davranma yeteneğinde bozulma görülmeye başlanmıştı.

Olaydan en az etkilenen çocuk 14 yaşındaki Bob’du. Kapalı tutuldukları süreçte tavan göçmeye başladığında çocukların çoğu ciddi şoktaydı, donmuş hissizlik içinde ve neredeyse kıpırdayamayacak haldeydiler. Bob ise kaçma planları yapıyordu, oradaki başka bir çocuktan yardım istemişti ve taş ocağına çıkmaya yetecek kadar bir oyuk açarak herkesin kurtulmasını sağlamışlardı. Zaten olaydan az etkilenen diğer bir çocuk ise Bob’a yardım eden çocuktu. Bu olaydan çıkarabileceğimiz sonuç ise şu; bize yapılan kötü muameleleri ne kadar kabullenirsek ve sesimizi çıkarmazsak, o kadar yaralanıyoruz. Bize ailelerimizin ve toplumun öğretmekte olduğu isyan etmemelisin, karşı çıkmamalısın, söz dinlemelisin, iyi evlat olmalısın anlayışının bir noktada yanlış olduğu ve haklarımızı aramak, bize zarar veren durumlara karşı çıkmak gerektiğini görüyoruz.

Kaplanı Uyandırmak kitabında diğer hayvanların vahşi doğada sık sık tehlikeye maruz kalmasına rağmen neden çoğunlukla travma geçirmedikleri ve insanların neden onlara göre daha fazla travma geçirmekte oldukları merak konusuydu. Canlılar tehlike altındayken üç temel tepki verir; savaşmak, kaçmak ya da donmak. Savaşmak ve kaçmak insanlar açısından daha tanıdık tepkilerdir, donma tepkisini ise ölü numarası yapmak olarak düşünebiliriz. Donma hali aslında ölümün kaçınılmaz olduğu düşünüldüğündeki son tepkidir, canlılar bu tepki ile birlikte acının deneyimlenmediği özel bir hale geçerler. Örneğin, bir parstan kaçan antilop yakalandığında donma tepkisi veriyor. Pars onu daha sonra yemek için bir yere saklamak, arkadaşlarıyla paylaşmak gibi seçeneklere sahip ancak antilop donma halinden uyanarak fırsat bulup oradan kurtulabilir. Tehlike geçtikten sonra ise antilop donma tepkisinin kalıntılarını silkeleyip bedeninin kontrolünü tekrar tamamen ele geçirir. Bu durumu atlatan antilop hayatına her zamanki gibi devam eder. Psikoterapist Yazar Peter Levine, bu silkinme ve kendine gelme halinin travmadan kurtulmak açısından gerekli olduğunu anlatıyor. Genellikle travmaların sadece psikolojik olduğu düşünülür ancak bu travmaları çözmek için çok yetersiz bir bakış açısıdır çünkü travmalar fizyolojiktir de.

Beynimizde olan bitenler ile vücudumuzda olan bitenler birbiriyle son derece bağlantılıdır. Duygularımız vücudumuzun neresinde meydana geliyor, beynimizde mi? Aslına bakarsak örneğin sinirli olduğumuzda öfke sadece psikolojik değil fizyolojik ve biyolojik tepkimeler ile birlikte vücudumuzda meydana gelir. Kalp atışlarımız hızlanır, tansiyonumuz yükselir, adrenalin ve nöradrenalin hormonları harekete geçer. Zaten bu yüzden öfkeyi bastırmak zordur çünkü öfke sadece soyut değildir, tüm gerçekliği ile somuttur. Öfkeye benzer olarak mutluluk, üzüntü gibi temel duygularımız ve dahası kompleks duygularımız da vücudumuzdaki tepkimelerin ürünüdür.

Travmayla ilgili duygular aşırı uçlarda olabildiği için bunlardan ürkerek bastırmaya çalışırız. Maalesef toplum tarafından da ezici bir olayın ardından fazla çabuk uyum sağlamamız gerektiği konusunda rutinleşmiş bir baskıya maruz kalıyoruz. Örneğin bir olay sonrasında çevremizdekilerin aslında bizim iyiliğimizi düşündükleri için verdikleri sözde tesellilerden birkaçı, siz de mutlaka duymuşsunuzdur; topla kendini, her şey geçti, bunu unutman gerek sık dişini…

Travmatik semptomlar olayın kendisi tarafından tetiklendikleri için meydana gelmezler, bu belirtiler donan ve böylece çözülüp boşalamayan enerjinin tortularından kaynaklanırlar yani basitçe deneyimlememiz gereken duyumları deneyimleyemediğimiz için vücudumuzun deneyimleme ihtiyacı nedeniyle bu semptomlar meydana gelir. Örneğin bir belgeselde bir kutup ayısı birkaç kovalama sonrasında sakinleştirici ile bayıltılıyor. Uyandığında ise birtakım titremeler ile birlikte uyanıyor. Aslında bu titremeler daha önceki örnekteki antilobun donma halinden uyanarak silkelenmesi ve kendine gelmesi örneği ile aynıdır. Bu da demek oluyor ki insanların da birer hayvan olması neticesinde travmalarımızı diğer hayvanların atlattığı gibi atlatmamız, bunu yapabilmeyi onlardan öğrenmemiz mümkün.

Enerjiyi onlar gibi atabilmeyi öğrenebilirsek, yer altında bir odada hapsedilmiş olmalarına rağmen Bob’un çözüm arayışında olması ve herkesi o odadan kurtarması örneğindeki gibi harekete geçmeyi ve tepkilerini bastırmamayı öğrenirsek travmalardan özgürleşebiliriz. Aristoteles’in de dediği gibi, kendini bilmek özgürlüğün başlangıcıdır.

Düşünce